RedHack'in Asıl Yüzü

 




 RedHack tarafından hacklendiğini düşündüğüm bir UFO tarafından geçen ayın 15 i gibi kaçırıldım. Yerime klonumu bıraktılar ve Venüs manzaralı bir laboratuvarda bir takım deneylere tabi tutuldum.

Odamın manzarası

 Bana çok iyi davrandılar. Yediğim önümde yemediğim arkamda, bir takım uzay masajları, sırtıma sıcak ay taşları falan. Açıkçası en başlarda bu iyi niyetin arkasında bir çapanoğlu aradım, günler geçtikçe de, madem rehin alındım bari zevkini çıkarayım dedim. Hatta devamlı üzerimde test yapan Yu Pantrakahs kod adlı uzaylıyla arkadaş bile oldum. Kendisiyle sohbetlerim sırasında benim gibi birkaç kişiyi daha kaçırdıklarını, yerine bıraktıkları klonlarda bir takım problemler olduğunu söyledi. Bu problemler,  8 dakika boyunca konuşup yaklaşık 75 milyon kişinin seni anlamaması şeklinde ya da dün AK dediğine bugün BOK demek şeklinde gelişiyormuş. Bende de ayın 15inden beri bir takım değişiklikler sezdiyseniz suç benim değil upgrade edilmemiş klonumdadır. Neyse asıl konuya gelelim, bana yaptıkları bu testlerden bazılarını sizinle de paylaşmak isterim.

Laborant Yu Pantrakahs hanım



 Öncelikle bir sabır testine tabii tutuldum. Günlerdir bana verdikleri bu lüksü ve rahatı tek tek geri almaya başladılar. Kıyafetlerimden başladılar; ilk günlerde dünyadan yürüttükleriyle donattıkları bir mağazadan istediğimi giyebiliyorken işler giderek çirkinleşti.Konu kıyafetlerden şimdi burada yazsam okuması saatler sürecek diğer haklarıma geldi. Dayandım, dayandım, dayandım en sonunda patladım. Onlar da bunu bekliyorlarmış.  Bana nasıl olup da bu zamana kadar sabrımın taşmadığına hayret ettiklerini, başka deneklerde yaptıkları testlerden aldıkları sonuçlardan; genel olarak, organizmaların gelişmişlik düzeyiyle, sabır taşmasının  doğru orantılı olduğuna dair bulgular elde ettiklerinden bahsettiler. Nereler mesela dedim, coğrafi olarak Kuzeye gittikçe böyle dediler.

 Devamında bir takım sağlık testlerine tabi tutuldum. Bizim GDO, onların blrıuh847587 dediği, besine benzer maddelerle beslenmiş olmama rağmen, bu yaşa nasıl geldiğime daha da çok şaşırdıklarından bahsettiler. İnter-Galaktik sistemlerin en ücra köşelerinde bile GDO'lu pirinç yasakmış mesela, kaçak olarak sokmak için kanun değiştiren Yıldızvekili Evil Goth-Yalaré ise volkan gezegeni Mustafar'a sürülmüş.

Mustafar Meclis Binası


Özellikle bizim yaşadığımız kara parçasının yukarıdan çok dumanlı, isli ve puslu göründüğünden bahsettiler. Bunun sebebi ise yapılan ağaç katliamıymış. Onlar bu ileri teknolojiyle bile yetişkin bir ağacın faydalarını tam olarak sağlayan bir makine geliştirememişler o yüzden elde kalanlara çok iyi bakıyorlarmış. Bizim bu yaptığımız işlere mana veremiyorlar bir türlü. İş makineleriyle ağaçları tam ortalarından kürdan gibi kırıp bir kenara atıldığı videoların CNN International tarafından fotoşoplandığı konusunda ellerinde kesin bilgi varmış, cuma günü yayınlayacaklarmış. Çünkü söylediklerine göre böyle bir hareketi bizim gibi ilkel bir ırktan bile beklemezlermiş. Ne demekse?

Cuma'yı bekle adi CNN!


 Bir ara İnter-Galaktik sistemde bir ayaklanma olmuş, en az 15 gezegende herkes ayakta durmaya başlamış.  Ayakları olmayan Both-aaere gezegeni  halkı bile bu eyleme katılmış. Ayaklanmaya karşı Galaksi Hükümeti galaknet'i kapamaya ve sınırlandırmaya çalışmış hatta ayaklanmayı yayınlayan Ulusal-Halk-Moori adlı gazeteciye de bir güzel yalan suçlar uydurup, cezayı yapıştırmışlar mı?! Neyse ki eylemler sürmüş de birazcık utanmasını bilen yetkililer istifa etmişler ama tabii bu çoooook gelişmiş bir sistemmiş. Kuzeydekiler gibi yani :)

 Bu arada benden tüm sosyal medyadaki hesaplarımın şifrelerini aldılar. Bu yüzden bir takım tweetlerden ve facebook güncellemelerinden hatta geçenlerde helada yaptığım check-in'den bile ben sorumlu değilim. Tek sorumlu RedHack'in başındaki Dr. Yras Ennada'dır. 


 Her şeyin tek müsebbibi Dr. Yras Ennada



  Bu sohbet/test ilişkisi yaklaşık 20 gün sürdü, e bi şey yapamaz mıyız dedim; Onlar da çok üzülüyorlar ama gelişmekte olan toplumlara dokunmamak gibi bir prensipleri varmış. Anca kaçırıp yerine klon koyuyorlar. bizim hükümetten klon var mı dedim, daha o teknoloji seviyesine onlar bile gelememiş, düşün..


  Tam o ara kahve yaptım, sana fal bakıyım faslına geldik ki bi uyandım,  meğerse kapının altından gaz sızıyomuş, hem de yedinci katta.

Sevgiler, gazsız günler..





Jimmy Key/SelfArt





 Geçen ay içinde Jimmy Key Facebook sayfasında bir ilan yayınladı. Bu ilana göre 2013 yaz kataloğu için profesyoneller yerine, hevesli amatörlerle çalışma kararı almışlardı. Ben de durur muyum, bir atraksiyon meraklısı olarak sonradan kendisiyle bizzat da tanıştığımız, işinde ciddi ciddi gözümün kaldığı Jimmy Key Eğlence Müdürü Tuğba ile mailleşmeye başladık. Sonuç olarak bahardan kalma  bir pazar günü, çekimin yapılacağı yere gittik. Alsancak'ta Hürriyet binasının arkasında meğerse bir çekim platosu varmış da biz bilmiyor muşuz.



 İçeriye girdiğimizde ilk 2 dakika bir çekingenlik yaşasak da alışmamız uzun sürmedi ve kendimizi o bol renkli kıyafetleri denerken bulduk. Aslında geç gitmemizden dolayı daha güzel olan kıyafetlerle çekimler yapılmıştı bile, ama gene de aradan çok güzel kıyafetler bulduk ve makyaj/saç için sıraya girelim dedik.


 Tabii ki her yerde tanıdık biriyle karşılaşmak zorunda olan ben, burada da Aslı ile karşılaştım. Aslında İzmir'de işinin en iyilerinden biri olan Aslı ile karşılaşmak sürpriz olmamalıydı. Neyse sonuç olarak hayatımın ilk makyajını da Aslı'ya yaptırmış oldum:) Aynı şekilde Tuğçe'ye de çok güzel bir makyaj yaptı(ellerine sağlık) ve çekime geçtik. Ortam çok eğlenceli ve sıcaktı. Kamera arkasında  Colin Farrel Türkiye şubesi Cahit Baha Pars ve tüm sıcaklığı ve profesyonelliğiyle Jimmy Key yaratıcı ekibi vardı.



 Müşterileriyle böyle bir bağ kurup onları taraftar müşteri yapma fikri her zaman hoşuma gitmiştir. Bu tip organizasyonlar her zaman iki taraf arasındaki aidiyet hissini arttırır ve artık o müşteriler, marka ile kanka/arkadaş olurlar. Burada da olan bu oldu. Bize çok yakın ve sıcak davranan bu ekipten en başta Tuğba olmak üzere birçok arkadaş edinerek ayrıldık. O günden kalan güzel anılar da cabası.




 Jimmy Key'in eylemlerinin devamını bekliyoruz:)


 

 Darısı diğer markaların başına.

 Sevgiyle kalın..

KELEBEĞİN RÜYASI



 Kendisinden pek hazzetmesem de yaptığı sanatı her zaman takdir ettiğim kişilerden biridir Yılmaz Erdoğan. Televizyona yaptığı işlerden ziyade sinema alanındaki işleri her zaman daha kaliteli ve çıtayı yükseltmeye dair işler bence. Bunlar arasında VizonTele'ler ya da Organize İşler zamanına göre hayli iyi işler olarak Türk sinema tarihinde yerini aldı.




  Geçen hafta vizyona giren Kelebeğin Rüyasında ise çıta yükselmemiş, uçmuş. Film ilk sahnesinden son sahnesine kadar temposunu koruyarak ilerliyor. Dönem işi olmasına rağmen hatasız ilerliyor ve -gerçek bir hikaye olduğu için- tam bir Türk filmi gibi bir final yapıyor.

  ---------------    Spoiler    ----------------------------

 Film tam bir toplama kampı sahnesiyle açılıyor. Askerler ayakları ve elleri zincirlenmiş genç-yaşlı bir grup erkeği ite kaka bir madene getiriyordu. Bunun sebebi ise kömür üretiminin artması amacıyla eli iş tutan her Zonguldaklı erkeğin kömür madenlerinde çalışmasını zorunlu tutan "mükellefiyet kanunu" adında bir yasanın çıkartılmış olmasıymış. Kendi yakın tarihimize bu kadar uzak olmak ve bunu bilmemek beni sinir etti açıkçası.  Bu konu hakkında gerekli bilgiyi siz de buradan edinebilirsiniz.

 Açıkçası filmler hakkındaki yorumları, etkilenmemek için, filme gitmeden değil, gittikten sonra okurum. Bu sefer de aynısı oldu tabii ki ve ben film hakkında hiç bir şey bilmediğim için bu açılış sahnesinden dolayı Yılmaz Erdoğan film boyunca devlete-memlekete geçirdikçe geçirecek zannettim. Açıkçası bu ilk sahneyi biraz da abarttığını düşündüm fakat Zonguldaklıların çilesi hiç bitmemiş.

  Bu ilginç açılış sahnesinden, film karakterlerine geçtik ve asıl film başladı. İki genç şair Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu, ikisi de verem oldukları için bu mükellefiyet kanunundan muaflar ve başka işte çalışarak yokluk içinde geçinmeye çalışıyorlar. Tek gerçek aşkları şiir. Hocaları ise Behçet Necatigil. Kasabaya gelen yeni kızı etkilemek için yazılan bir piyes ve olaylar, olaylar.

-Güzel olan yaşadığımızdır, bir gün öleceğimiz değil.



  Kıvanç Tatlıtuğ bence artık dünya çapında bir oyuncu olmuş, ya mayasında varmış ya da çok iyi koçlarla çalışıyor diye düşünüyorum. Kuzey Güney'de olsun, Ezel'deki Sekiz olsun oynadığı her role kendinden bir şey katması oyunculuğunu ayrıca izlenebilir kılıyor. Bu filmde de devamlı saçlarıyla oynaması ve tırnaklarını yemesi ince ayrıntılar da olsa, rolüne inandırıcılık katması açısından yararlı olmuş.

Kızın şiiri beğenmesi,
şairi de beğeneceği anlamına  mı gelir?
Mert Fırat desen, çok muhteşem rollerde oynamasa da bence iyi bir oyuncu, her ne kadar tam da filmden önce oynayan ve neredeyse film kadar uzun olan maximum kart reklamlarından hemen sonra filmde onu görmek, rol inandırıcılığı konusunda ilk dakikalarda beni zorlasa da, devamında hoş ve izlenebilir bir karakter oyuncusu izledik. Belçim Bilgin çok kötü olmasa da, yönetmenle akraba olduğu belli:) Ama hoş kız, hakkını vermek lazım. Maden sahnesinde hem o, hem Kıvanç çok başarılılar, sahneye dikkat.

 Filmi izlerken çekimler o kadar güzeldi ki; haydi dedim Tuğçe'ye, bari Zonguldak'a yerleşelim. Görüntü yönetmeni kimse ellerinden öpmek lazım. Filmde göze batan tek şey, -belki o da nazar boncuğu olsun diye kesilmemiştir diye düşünüyorum- düğün sahnesinde küçük kızlar baya baya kameraya bakıyolar. Ama filmle bi ilgisi yok tabi. Film çok güzel, gitmediyseniz kesin gidin, siz bu yazıyı okurken gösterimden kalktıysa DVD sini falan alın ve kesin izleyin. Bence bu sene bu filmin adını daha çok duyarız,söylemedi demeyin.


Sevgiyle kalın.











Pürüzsüz Ciltler Sağlıklı Psikolojiler

Hepimiz, özellikle de biz bayanlar, günlük hayatımızda kendimizi güzel hissetmek için sonsuz çaba sarf ediyoruz. Saç boyalarımız olsun, mini mini kutularda göz kremlerimiz olsun, o yüz maskesi, bu selülit sabunu derken aslında bizi tatmin eden ve cildimize iyi gelen formüller çok azınlıkta.
Ben kendi hikayemi anlatacak olursam, küçüklüğümden beri malesef hep sorunlu bir cildim oldu. Bunun haricindeki fiziksel özelliklerim yüzümü kara çıkartmayacak düzeyde de olsa, cilt çok zor iş.  Ne kadar uzun boylu, efendime söyleyeyim ince belli filan olsanız da, bir insanla iletişime geçtiğinizde ilk yüzünüzle bir etki bırakıyorsunuz ve istediğiniz kadar makyaj yapın, o pürüzlü cilt insanın özgüvenini birden yerlerde süründürebiliyor. Efendim, işte önemli olan iç güzelliğidir, yok ama senin havan ayrı gibi bir takım cümleler bana biraz asılsız bir teselliyi anımsatıyor. Önünde sonunda insanız, fiziksel varlıklarız, biriyle tanıştığımızda, bırakın tanışmayı uzaktan görüp beğendiğimizde fikirlerimiz neredeyse %95 fiziksel özelliklere dayanıyor. Bunun günlük hayatımıza etkisini bana kalırsa tartışmaya bile gerek yok, her şey ortada, bu kozmetik sektörü, bu kuaförler yoksa nasıl ayakta kalırdı?


İnsan güzel güzel uyanıyor, duşunu alıyor, saçını düzeltiyor, onca para harcayıp düzdüğü gardroptan  özene bezene giyiniyor, acı dolu saatleri göze alıp ince topukluları ayağına geçiriyor fakat en son sıra aynaya bakıp da makyaj yapmaya gelince ipler kopuveriyor. Gelsin kapatıcılar, gitsin pudralar, bir şeyler yapmaya çalışıyoruz ama onlar da bir yere kadar. 
Ergenlik çağı sivilcelerimin, sen küçüksün, büyüyünce bir şey kalmaz sözlerinin aksine, üniversite çağımda bile hiçbir değişiklik olmadan devam etmesi üzerine, annemle beraber dermatologların kapılarını bir bir aşındırmaya başladık. Kimseyi aşağılamak istemem ve zaten doktorluktan da bir şey anlamam fakat bu dermatolog ne işe yarar ben anlayabilmiş değilim. Her gittiğimde, suratıma şöyle bir uzaktan bakıp, en yeni çıkan sivilce kremi ve yüz yıkama seti hangisiyse onu tavsiye edip parasını alıp hayatına devam ediyor dermatologlar. Madem böyle yapacaktınız 6 sene okumaya ne gerek vardı, bir Body Shop açsaydınız bu iş biterdi.


Her neyse, dışarıdan yüzüme sürülen hiçbir ilaç bana etki etmediği gibi, kremi bir gün sürmesem hemen sivilcelerim çoğalmaya başlıyordu. Bu işin böyle olmayacağına karar veren annem, Roaccutane isimli bir ilaç kullanmam gerektiğini söyledi ve böylece 5 ay boyunca ben ağırlaştırılmış dozlarda A vitamini içeren bu ilacı alıp kimbilir karaciğerime ne eziyetler çektirdim. Gel gelelim, ilaç işe yaradı, cildimin aşırı kuruması ve pul pul dökülmesi gibi yan etkilerinin yanında, saçlarınız da asla yağlanmıyor, yani avantajları da var. Cildim harika olmuştu ve eğer kendi kilonuza göre belirlenen dozu, belirlenen sürede doktor kontrolünde kullanırsanız bir daha sivilce çıkarmamanız gerekiyor.
Ben 1 sene kadar mutlu mutlu dolaştıktan sonra, sivilcelerim tek tek artmaya ve bana yeniden psikolojik baskılar yapmaya başladılar. Sadece ben değil, bu ilacı kullanmış tanıdığım ne kadar bayan varsa hepsi tekrar sivilce çıkardılar, yalnız gariptir erkekler çıkarmadı. Bu sefer, ben artık 24 yaşındaydım ve sivilcelerim eskisine oranla çok daha sinsiydiler. Özellikle yanaklarımın kenarlarında ve çenemde içten içe oluştuklarını hissediyordum, cildim pütür pütürdü ve kimse bana bir çözüm önermiyordu. Üstelik, cilt yapım da çok yağlı kimliğinden, karmaya geçmişti. Beterin beteri vardır derler ya, işte öyle bir şey.
Bu arada cildim, her zamankinden çok daha hassas hissetiriyordu ve bir ürünü 1 haftadan fazla kullandığım takdirde bana zarar veriyordu. Sürekli kendisini şaşırtmam gereken bir ciltle ve kimbilir ne kadar derinden gelen türlü psikolojik karmaşalarla, allerji haplarından tutun da, ozon yağlarına kadar her şeyi denedim. Cilt bakımlarına gittim, kimse ne yapılması gerektiğini bilemedi, bir anlam veremedi, her markanın ve ilacın yüz bakım setini kullandım bana mısın demedi.
Ben de, o kapatıcı senin, bu pudra benim hayatıma devam ederken, sevgili arkadaşlarım ve sevgilimle Kenya'ya gideceğimiz tuttu. Bu turda, sıtma tehlikesine karşılık Tetradox isimli bir antibiyotiği 5 hafta boyunca her gün çok küçük dozlarda kullanmak gerekiyordu ve 1 haftanın sonunda bilin bakalım ne oldu: Sivilcelerim ve pütürler gitti, tertemiz bir cilt geldi. Ben yine mutlu mesut yaşarken ilacı bırakmamla beraber tabii ki bilinen rutinime geri döndüm ve bu hayatta cilde dair hiçbir şeyin kalıcı olmadığına karar verdim.
Gel gelelim, bütün bunların üzerine, denediğim ve iyi sonuç veren yeni bir çözümle karşı karşıyayım. Şirince'de gezerken etraftan duymaya başladığım, sarı kantaron yağı denilen ürünü yapıp satan bir amcanın dükkanına denk geldim. 1 litre gibi bir miktarı 10 TL'ye mal ettim ve araştırmalarıma başladım. Sarı kantaron yağı aslında hepimizin yakından tanıdığı John's Wort otundan başka bir şey değil. Evet bizi  bu sakinleştiren, biraz dertlerimizden uzaklaştıran otun hapları, çayları filan var. Bu otu bildiğimiz zeytinyağında bekletince karşımıza bu koyu kırmızı renkli yağ ortaya çıkıyor. 

         
İnsanlar internette türlü formüller yazmışlardı fakat ben artık hiçbir efora inanmadığım için, yüzümü her zamanki gibi Imex sabunumla yıkadım ve pamuğa döktüğüm gibi yüzüme bu yağı ince bir tabaka halinde sürüp yattım. 3 gün sonra cildimin düzelmeye başlamasına inanamadım ve hala da inanamıyorum. Sabahları uyandığımda da yüzümü yine Imex sabun ile yıkıyorum ve güneş koruyucumu sürüyorum. Bu rutini her gun tekrarlıyorum ve bir iki pütür hariç cildim pürüzsüz! En azından her gün bir hap alıp, bir kimyasal krem sürüp vücudumun dengesiyle oynamıyorum ve sadece bu yağı losyon yerine kullanıyorum. Oh valla, bir elimde sarı kantaronum bir elimde ayna, umurumda mı dünya =).






i "like" it

Posted by Unknown , under , , , , , , , | 0 yorum


 Sosyal medya, özellikle de Facebook, hayatımızı değiştirdi. Öyle ki Facebook hesabı olmayanlara hayret etmeye başladık. Herkesin yaşam şeklini, ticaretin kurallarını, reklamcılığı değiştirdi. Dünya eski haline döndürülemez bir hale geldi. Yeni çağ internet çağı.  Artık sanal mecrada ayağı olmayan reklam kampanyaları işletmeler tarafından rağbet görmüyor ya da facebook sayfası olmayan işletmeler, özellikle de genç nesil tarafından yok sayılıyor. İnternet evlere ilk girdiği zaman, nasıl bu yeni teknolojiyi kendine uydurup, internet adresini browser yerine ısrarla, Google'a yazan abiler, ablalar varsa; yeni nesil de bi işletmeyle başı sıkıştığı zaman illa ki Facebook sayfasını kullanıyor. Genel gidişat "sanal" dediğimiz dünyayı giderek daha da gerçek yapmaya başladı. Müşteri hizmetlerini arayıp 15 dk hatta bekleyip, bir de üstüne problemini çözemiyorsun -tecrübeyle sabittir- fakat Avea müşteri hizmetlerinin 20 küsur dakikada çözemediği problemi Avea Twitter hesabından 2 dakikada çözülebiliyor.





 E tabi bir de Google var tabii. En başlarda doodle'ları olsun, 1 Nisan'larda yaptığı şakalar olsun şahsımda oluşturduğu kanı, böyle evden biri, evcil hayvanım gibi sıkılası, sıkıştırılası şirin bir mahlukattı. Ne zaman ki, ben senin herşeyine ulaşırım, herhangi bir google hizmetini kullandığında bilgisayarındaki ya da telefonundaki tüm bilgilere erişme hakkım var, yok efendim bulut teknolojisi, en son yaptığın aramaya göre reklamı çakarım dedi, nazarımda sports almanac'ı ele geçirip dünyayı ele geçiren Back to the Future karakteri Biff'e dönüştü. Her ne kadar hala tüm hizmetlerini tam gaz kullansam ve yaptığı yeniliklerle ve teknolojileriyle ağzımı hergün bir karış açık bıraksa da artık o şirin dede yok.






Aslında bu yazıyı yazmaya başlamamın sebebi, bugün duvarımda neredeyse 1 km boyunca akan "ben bu resimleri sana yüklüyorum ama daha önce verdiğim izinleri hiçe sayarak blah blah blah " yazılarıydı. Bir anda herkes aynı iletiyi paylaşmış ve bu neredeyse toplumsal bir histeriye dönüşmüş durumda. Bazıları Facebook'u Noel Baba yerine koyup, "Sevgili Facebook" diye başlamış iletilerine bazıları da, canım Facebook'um al tepe tepe kullan şeklinde izin vermiş bu olan bitene. Bundan 5-6 sene önce hayatımızda yokken bu FB ne yapıyorduk acaba. Buna ben de dahilim. Neredeyse bir organımız gibi. Tek böbrekle yaşayabiliyoruz ama tek sosyal medya aracıyla asla. 

 Sevgiyle ve bol "like" la kalın.

Ağzını öpeyim IKEA... (Beylere hepsi güzel :)

Posted by Unknown , under , , | 0 yorum
Hani bi laf vardır
-Agzını öpiyim    diye.

Tam aradığım kelime bu. Ağzını öpiyim IKEA :) Bana en yakını Forum Bornova'da; gidip orda yapıcam bunu.

Her izlediğimde kahkahalarla gülüyorum. Neye mi? İçinde bulunduğum bu durumu, hissiyatımı, kaybolmuşluğumu bu kadar güzel anlattığı için IKEA'nın yeni reklam filmine.

Konuyu size örneklerle anlatmak isterim:
Mekan: Mango Alsancak
Kişiler: Gökay ve Tuğçe

Tuğçe sahneye girer elinde aynı model elbisenin kırmızısı, sarısı, pembesi, açık pembesi ve daha da açık pembesi vardır. Sırayla hepsini giyer ve gene sırayla sorar: Bu nasıl? Peki bu? .............
Bu sırada bedenen orada olan Gökay, güzel aşkım, bu da güzel, ooooo en güzeli bu şeklinde mırıldanırken aslında neden bahsettiği konusunda en ufak bir fikri yoktur. Aklındaki tek şey bir an önce bir yere oturup dinlenmek ya da bir kahve içmek vardır. Dimağında yankılanan sesler giderek uzaklaşmaktadır, kaybolmuşluğunda yalnızdır ve ona kimse yardım edememektedir.

İşte erkeklerin hayattaki en büyük dramı. Allah yardımcımız olsun.

Konuya dönelim;


Reklamlara karşı neden olduğunu bilmediğim bi sevgim var kötü reklam yapıldığında, markadan soğuyorum, ama bu reklam zaten sevdiğim; yaratıcı ve durumlara çözümsel yaklaşmasıyla nam salmış IKEA'ya sevgimi bir daha pekiştirdi. Şimdi videoyu izleyin ve erkeklerin Mango'da, Stradivarius'da efendim ne biliyim en basitinden bi Bospa(bostanlı pazarı) 'da ne hissettiğini tam olarak anlayın. Buyrunuz :)

 
 Kaybolmuş bir erkek profili 



P.S: IKEA'nın nezdinde yaratıcı ekibi kutlarım.

! Nisan geliyor. Korkun Google'dan:)

Posted by Unknown , under , , , , , | 0 yorum
  ! Nisan geliyor. Küçüklüğümüzden beri basit ve manasız şakalarla geçirdiğimiz bu güne birkaç senedir Google yeni bir soluk getirdi. Samimi şirket havasıyla kullanıcılarına yanaşma stratejisi dahilinde ki doodle'lar da bunun bir yan ürünüdür, Google'ın ! Nisan şakaları da artık geleneksel oldu. aşağıda birkaç şakanın linkini ve videosunu bulabilirsiniz. ama hangisini yediğimi söylemem. Ha ha ha:)

  Bu videoda Google UK, Google Translate servisinin birçok hayvanın sesini İngilizceye çevirebilen bir uygulamasının tanıtım viddeosunu yayınlamıştı. Üstelik bu uygulamayı Android Market'e de koymuştu. "Translate for Animals" adlı bu uygulamayı hala indirebilirsiniz.


    Çiftlik sahibi amcamın ürünü anlatan Google yetkilisine manalı bakışları ve sonrasında tavuklarla girdiği amansız iletişim çabasına dikkatizi çekmek isterim.
 
    Burda ise  ironik olarak interneti kanalizasyona bağlayarak optik hızda veri alışverişi yapılabileceğini söylediği başka bir dahiyane Google hizmetinin ciddiyetle hazırlanmış ürün sayfası var. Acaba TurkcellSuperonline'a bir gönderme sayabilir miyiz bunu? Hizmeti satana kadar herşey harika sonrası Allah kerim...
Linkteki GFlush™ markasına dikkat:)  
   
  
  Bir başka şakada da -ki ben bunu yapılacak hareketlerin saçmalığını görene kadar yedim:)- firma yöneticisinin gayet ciddi bir şekilde Gmail Motion hizmetini anlatmaya başladığı tanıtım videosunda, klavye ve mouse yerine web kamerası karşısında yapılacak hareketlerle bilgisayara verilen komutların algılandığı bir sistemden bahsediyor. 


     Bu hareketleri "kalk o sandalyeden ve hareket etmeye başla" mottosuyla daha da inanılır kılan Google,
               docs için de şöyle bir çözüm öneriyor. 

 Bu şakalar daha saymakla bitmez, fakat bunlar şimdilik şaka. Google'ın Gmail ürününün lansmanını da bir 1 Nisan günü yaptığını ve herkesin bu büyüklükte free mail alanını bir şakadan ibaret olduğunu düşünüp inanmadığını da eklemek isterim. 
 Sevgiyle, bol şakayla ve kahkahayla kalın.